16 Kasım 2012 Cuma

Doğal Gaz Piyasasında Kartlar Yeniden Dağıtılıyor


Endüstri iktisadının temeli olan ve Harvard Okulu akımına mensup J. von Neumann, O. Morgenstern, E.S. Mason ve J.S. Bain'in 1944-1957 yılları arasında yaptıkları çalışmalarda ortaya koydukları Yapı-Davranış-Performans (YDP) paradigması biz rekabet hukukçuları açısından önemli temel dayanak ve analiz aracıdır. Bu paradigmaya göre piyasa yapısı, o piyasada bulunan teşebbüslerin davranışlarını belirlemekte; bu şekilde ortaya çıkan  teşebbüs davranışları da karlılık, etkinlik, teknolojik ilerleme, pazarlama, satış stratejileri ve büyüme gibi önemli performans göstergelerini etkilemektedir.

Bu bakış açısı ile başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere dönemin neredeyse bütün rekabet otoriteleri yoğunlaşmış endüstrilere şüpheyle bakmaya başlamış ve bu şüphecilik ileri derecede müdahaleci olan bir rekabet politikasının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu müdahalecilik, bir başka ifade ile rekabet otoritelerinin özel sektöre bu ölçüde karışır hale gelmesi, özellikle Chicago Okulu tarafından da sıklıkla eleştiri konusu yapılmıştır. Her ne kadar günümüz ekonomistlerinin büyük bölümü Harvard Okulu'nun pazar yapısının teşebbüs davranışlarını belirlediği/dikte ettiği tezine karşı da olsa, bu ekonomistlerin birçoğu pazar yapısının teşebbüslerin rekabeti bozucu davranışları için önemli faktörlerden birisi olduğunu da kabul etmektedir.
Müdahaleci rekabet hukuku uygulamaları ve getirilen eleştiriler, sanayi iktisadının, teşebbüs davranışı ve performansın, pazar yapısının bir fonksiyonu olduğunun kabul edildiği  Harvard Okulu’nun klasik görüşünden; piyasa yapısının teşebbüs davranışından bağımsız olmayan ve piyasa başarısının belirlenmesine katkı sağlayan içsel bir değişken olduğu, pazardaki insanların ve teşebbüslerin rasyonel ve ne kadar yoğunlaşmış olursa olsun pazarların da kendi kendisini düzelten nitelikte olduğu şeklindeki Chicago Okulu'nun görüşüne doğru evrim geçirmesine neden olmuştur.

Chicago Okulu'na göre rekabet hukukunun tek amacı, kaynakların tahsisinde ve üretimde etkinliğin beraberce meydana getirdiği ekonomik etkinliğin korunması olmalıdır. Bunun için de yapılması gerekenin, üretimde etkinliğin seviyesine zarar vermeden, kaynak tahsisinde etkinliğin pareto optimum seviyeye çıkarılması olduğu ileri sürülmektedir. Kaynak tahsisinde pareto optimum seviyenin yakalanması için de kaynakların tahsisindeki etkinliği bozan teşebbüslerin rekabet otoritelerince cezalandırılması gerektiğini savunulmaktadır.

Chicago Okuluna göre pazarlar kendi kendisini düzeltir nitelikte olduğu için, bir pazarın yapısı monopol de olsa, söz konusu monopol yapının aynı zamanda beraberinde  monopol karını da getirmesi nedeniyle bu tip pazarlara yeni girişlerin kaçınılmaz olduğu; bu nedenle de monopol karı elde eden teşebbüslerin kısa sürede yeni girişler nedeniyle bu pozisyonlarını kaybedeceği ileri sürülmektedir.
Tabi ki pazarların kendi kendisini düzelten yapılar olduğu varsayımının geçerli olabilmesi için, Harvard Okulu görüşlerini savunanlar tarafından büyük önem atfedilen unsurlardan birisi olan giriş engellerinin olmaması gerekmektedir. Chicago Okulu, Harvard Okulu’nu giriş engelleri konusunda biraz da paranoyak olmakla eleştirmiş ve gerçek hayatta giriş engellerinin Harvard Okulu tarafından iddia edildiği kadar çok sayıda ve de yüksek olmadığını ileri sürmektedir. Chicago Okulu’na göre bütün teşebbüsler rasyonel olduğu için hepsi kar maksimizasyonunu hedeflemekte, bu nedenle kar (özellikle de monopol karı) gördüğünde bir anlamda ağzı sulanarak o sektörlere koşmaktadır. Chicago Okulu’na göre gözü dönmüş bir şekilde kara doğru koşan teşebbüsleri bir pazara girmekten alıkoyabilecek tek istisnanın ise bizatihi devletin kendisi tarafından oluşturulan yasal giriş engelleri olduğu kabul edilmektedir.
Bu kısa sanayi iktisadı hatırlatmalarının ardından dönelim gaz piyasasına. İster Harvard, ister Chicago isterse daha sonraki dönemde ortaya çıkan post-Chicago ekolünü benimsemiş olun, bir diğer ifade ile Türk gaz piyasasına neresinden bakarsanız bakın, bu pazarda rekabet hukuku anlamında bir sorun olduğunu görmeniz kaçınılmazdır. Harvard ekolünü benimseyen bir rekabet hukukçusuysanız eğer, büyük bir ihtimalle Boru Hatları İle Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ), sektörün düzenlenmesinden sorumlu Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) ve Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı (Enerji Bakanlığı) hakkında hoş duygular beslemiyor ve Türkiye gaz pazarında 2001 yılında başlayan serbestleşme çalışmalarında neden hala bir arpa boyu yol alınmadığını, BOTAŞ’ın ayrıştırılmamış yekpare bir dev olarak neden hala karşımızda durduğunu ve pazarın yapısındaki bu yoğunlaşmış yapının pazardaki diğer oyuncuların davranış ve performansını olumsuz yönde etkilediğini düşünüyor olmanız muhtemeldir.
Diğer taraftan, eğer Chicago Okulu’nun görüşlerine daha yakınsanız ve göreceli olarak daha liberal düşünüyorsanız, pazarın yapısına çok tda akılmıyor ve asıl sorun olarak Rekabet Kurumu’nun ve bir ölçüde de EPDK’nın ve Enerji Bakanlığı'nın Türk gaz pazarında kaynakların pareto optimum biçimde tahsis edilmesini engelleyen BOTAŞ’ı cezalandırılmaması olarak görüyor olabilirsiniz.
Ya da üçüncü ve daha popüler milliyetçi bir yaklaşıma kendinizi daha yakın hissediyorsanız eğer, BOTAŞ’ın ayrıştırılması bir kenara, BOTAŞ ile Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) birleştirilmesi suretiyle neden bir ulusal enerji şampiyonu yaratılmadığını merak ediyor ve gerçekten böyle bir gerekliliğe inanıyor da olabilirsiniz.
Hangi görüşü benimsenidiğinizden bağımsız olarak, sizlere, Türk gaz piyasasında kâğıtların yeniden dağıtılmasına neden olabilecek etkileri olacağını düşündüğüm üç tane gerçekten (önemli bitmek tükenmek bilmeyen Gaz Piyasası Kanun taslakları, Doğu-Batı hattı kontratlarının özel sektöre devri, miktar devri, yetkililerin “…vallahi billahi ayrıştırıyoruz, az sonra…” gibi vaka i adiye olmuş haberler değil) ve birbirleriyle ilintili haberden bahsetmek istiyorum.
Önce yakından yani komşumuzdan bir haber vermek istiyorum. Devlet kontrolünde bulunan, yani bizim lisanımızla bir Kamu İktisadi Teşekkülü (KİT) olan Yunan Doğal Gaz Şirketi (DEPA) hakkında Yunan Rekabet Kurumu tarafından“ikincil doğal gaz iletim ve dağıtım pazarına erişimi zorlaştırmak, müşterilerini münhasır satın alma anlaşmalarına zorlamak ve anlaşma yapmayı kabul etmemek” şeklindeki iddialara dayanılarak  soruşturma açılmıştır. Soruşturma sonucunda DEPA, Yunan Rekabet Kurumu tarafından kendisinden talep edilen çeşitli taahhütlerin verilmesi hususunda Yunan Rekabet Kurumu ile anlaştığını 14.11.2012 tarihinde yaptığı açıklama ile kamuoyuna duyurmuştur.

Yunan Rekabet Kurumu’nun bu taahhütleri almasındaki temel hedefler ise DEPA’nın iletim ve dağıtım hatları üzerinde sahip olduğu kapasite rezerv payının kısa sürede % 95’ten yaklaşık % 55’e düşürülmesi ve ikincil iletim ve dağıtım pazarına DEPA’nın rakiplerinin erişiminin garanti altına alınması olduğu görülmektedir. Bu taahhütler sayesinde Yunan gaz piyasasında derinliğinin artırılmasının, DEPA’nın ayrıştırılması çalışmalarının hızlandırılmasının (ne tesadüf ki orada da aynı bizdeki gibi bir dikey entegre gaz şirketi mevcut) ve zaten ekonomik olarak dar boğazda olan Yunanistan ekonomisine özelleştirmeler yoluyla kaynak sağlanmasının mümkün olacağı  ileri sürülmektedir
İkinci önemli haber ise Avrupa Komisyonu tarafından Gazprom hakkında 4.9.2012 tarihinde açılan soruşturmadır.  Soruşturma normal mecrasında ilerlemekte de olsa, soruşturma açılmasından itibaren geçen kısa süre içinde hem Rus hem Avrupa Birliği tarafından yapılan açıklamalara bakıldığında, bu soruşturmanın baya siyasi ve çetrefilli olacağı ve bu pirincin daha çok su kaldıracağı açıkça görülmektedir.

Ancak benim ilgilendiğim taraf işin siyasi boyutu değil, bizatihi soruşturmanın konusudur. Buna göre, Gazprom, özellikle Doğu Avrupa’daki müşterilerinin alternatif sağlayıcılar bulmasını, bir diğer ifade ile gaz tedariki konusunda çeşitlendirmesi yapmasını engellemek ve doğal gaz fiyatlarını petrol fiyatlarına bağlayarak müşterilerine adil olmayan (yüksek) fiyatlar uygulamakla itham edilmektedir. Avrupa Komisyonu’nun geçmişteki beyhude çabalarına bakarak bu yeni açılan soruşturmanın da bir işe yaramayacağını düşünenlerdenseniz eğer, tam bu noktada durmanızı ve de aşağıdaki üçüncü haberi okumanızı tavsiye ediyorum.
Hepinizin bildiği gibi Gazprom, Baltık denizinden Akdeniz’e kadar evleri ısıtan, fabrikaları çalıştıran ve elektrik üretim tesislerini besleyen dev bir gaz sağlayıcısıdır. Avrupa Birliği mensubu müşterilerinin veya Avrupa Komisyonu yetkililerinin genellikle yüksek fiyatlardan şikâyet ettikleri görülmekle beraber, ne Avrupa Komisyonu'nun soruşturma tehditlerinin ne de ikili ilişkiler yoluyla daha cazip indirimler alma çabalarının (bakınız Almanya-Rusya ilişkileri) bu yüksek ve petrol fiyatlarına iliştirilmiş gaz fiyatlarını aşağıya çekmek konusunda bir sonuç vermemiştir. Aksine, 2005 ve 2010 yıllarında Gazprom ve Ukrayna arasındaki krizler herkese ibret olmuş, kimse Avrupa’nın kullandığı gazın yarısını veren ve tulumbanın başını tutmuş Gazprom’a yan gözle bakmaya cesaret edememiştir.
Ancak, Türkiye dahil tüm Gazprom müşterileri açısından ilahi adalet tecelli etmeye başlamış ve global ekonomik krizin Gazprom açısından neden olduğu önemli talep daralması yanında ABD’de yaşanan kaya gazı üretimi patlaması, bu makus talihin yavaş yavaş yenilmesi sürecini başlamıştır. Avrupa’daki Gazprom müşterileri, ABD’de patlama yaşanan ucuz kaya gazı üretiminin Amerikan gaz fiyatları üzerinde aşağı doğru yarattığı baskı nedeniyle yaklaşık olarak Amerika’daki müşterilere göre bir metreküp gaz için üç kat daha fazla para öder konuma gelmiştir. Amerika’da fiyatı ucuzlayan gaza hücum eden müşteriler, fiyatı gaza göre görece pahalı kalan kömürü kullanmayı bırakmış ve tahmin edebileceğiniz gibi Avrupa’daki muadillerine göre görece ucuz olan bu kömür de Avrupa’ya akmaya başlamıştır.
Her fırsatta çevre duyarlılığı, Kyoto protokolü, 2020’nin 20-20-20 hedeflerini dile getirseler ya da bu konuda sürekli ahkâm kesseler de, Avrupa’lı müşteriler petrol fiyatlarıyla ilintili olarak fiyatı hiç düşmeyen ve en sonunda Amerika’ya kıyasla üç kat daha pahalı gaz yerine bu ucuz kömüre hücum etmiştir. Nitekim Amerika’nın Avrupa’ya 2012 senesi içinde yaptığı kömür ihracatı % 31.5 oranında artış göstermiş; buna karşın, hem kömüre yönelim hem de daha ucuz Norveç ve Cezayir gazının etkisiyle Avrupa’daki toplam gaz tüketiminin yarısını kendisi satan Gazprom’un Avrupa pazarındaki % 50’lik payı % 33’e gerilemiştir.
Ucuz kömürün etkisini somutlaştırabilmek adına bir örnek vermek gerekirse, Bloomberg’in tahminlerine göre Alman enerji devi E.ON'un Gazprom’un pahalı gazı ile ürettiği bir megawatt elektriği Amerika’dan gelen ucuz kömür ile yapmaya başlasa yaklaşık olarak 12 Euro ilave kar elde edeceğinin tahmin edildiğini söylemem herhalde sizlere bu işin ne kadar ciddi olduğu konusunda bir fikir verebilecek niteliktedir.
Bunun üzerine, Gazprom’un Avrupa’daki müşterileri kazan kaldırmıştır. Gazprom ortamı yatıştırmak adına büyük müşterilerine % 10 oranında bir indirim önermiştir. Bu indirim oranını yetersiz bulan (üç kat pahalı gaz kullanan müşteriye % 10 indirim gerçekten biraz komik olmuş) ancak Avrupa Birliği'nin diğer üyelerden farklı olarak gaz alımlarını kaydırabilecekleri Gazprom harici başka alternatifi bulunmayan Doğu Avrupalı müşteriler de Gazprom ile olan anlaşmalarını tahkime götürmeye başlamıştır.

Bugüne kadar sonuçlanan tahkim süreçlerine bakıldığında, Gazprom için iyi haber olmayan ancak Türkiye gibi Gazprom’a bağımlı olan ülkeleri memnun edecek biçimde talep edilen fiyat indirimlerinin bir ölçüde de olsa alınmaya başlandığı açıkça görülmektedir. Örneğin geçen ay kesinleşen tahkim kararında Gazprom, Polonyalı gaz şirketi PNG'ye 930 milyon Amerikan Doları (USD) indirim yapmak zorunda kalmıştır. Bunun yanında Çek Cumhuriyeti’nde Alman RWE’nin iştiraki olarak faaliyet göstermekte olan RWE Transgaz’ın tahkime götürdüğü dava da Gazprom aleyhine sonuçlanmıştır. Gazprom kararı temyiz etmiştir ancak RWE Transgaz yetkililerine göre karar değişmeyecek ve şirket bu kararla belki de yüzlerce milyon Euro tasarruf edecektir.
Nitekim son olarak Kasım 2012 tarihinde Gazprom’un yayımladığı ikinci çeyrek mali tablolarına baktığımızda, Avrupa Birliği’ne geçen sene 57 milyar USD satış yapan ve gelirlerinin yaklaşık % 40’nı Avrupa Birliği’ndeki müşterilerinden elde eden Gazprom’un karının % 50 oranında düştüğü ve 2012 senesi içinde müşterilerine verdiği indirim toplamının da yaklaşık 4.25 milyar USD’ye ulaştığı görülmektedir.
Bizim için önemli olan soru, tüm bu gelişmelerin Türk pazarına yansımasının nasıl olacağıdır. Eğer bizim siyasi irademiz (hala) bu pazarın serbestleştirilmesi, BOTAŞ’ın ayrıştırılması, ortaya çıkan yeni şirketlerden iletim hariç  özelleştirilmesi, bir üst pazar olan doğal gaz tedarik pazarının daha rekabetçi hale getirilmesi hedeflerine ulaşmak şeklindeyse, o zaman kontratlarımızın içeriğinde bulunan  fiyat ve diğer rekabete aykırı hükümlerin çıkarılabilmesi için müzakerelere başlamanın doğru zamanı tam da bu zamandır diye düşünüyorum. Yok eğer bu hedeflerden vazgeçtik, biz bu mevcut yapıyı koruyacağız ya da ulusal şampiyonlar yaratacağız deniliyorsa, o zaman başka yorumlar yapmak ve başka yollara sapmak da her zaman mümkündür.
İstesek birbiriyle yan yana getiremeyeceğimiz birçok unsur,  beklenmedik global gelişmeler neticesinde yan yana gelmiş ve bizim için ve diğer Gazprom bağımlısı ülkeler için bir yeniden müzakere fırsatı ya da daha genel bir ifade ile ilişkileri gözden geçirme fırsatı ortaya çıkarmıştır. Bu fırsat sayesinde yapmamız gereken hamle, kısa vade de  tahkim yoluyla Gazprom'dan bir fiyat indirimi almak ve siyasi geleceğimiz günü kurtarmak değil; Türk gaz pazarındaki rekabetçi yapının tesisine mani olan ve çoğu mevcut  ve iyi müzakere edilmeden imza edilmiş kontratlarımızdaki hükümlerle ilintili olan sorunlarımızı  uzun vadeli ve kalıcı biçimde çözmektir.

Bunun için Rekabet Kurumu (Yunan örneğindeki gibi) başta olmak üzere EPDK’nın ve Enerji Bakanlığı’nın sazı tekrardan eline alma zamanı gelmiştir. Bu üç aktör en kısa sürede Gazprom ile yapılacak görüşmelerdeki oyun planını belirlemeli ve kontratlarda yapılacak bir tadilat ile;

1) Gaz tedarik pazarının rekabete açılması ve yeni teşebbüslerin pazara girişlerini engelleyen devlet kaynaklı giriş engellerinin ortadan kaldırılması (Harvard Okulu),
2) Bu sayede pazara yeni girişler olması ya da pazarda mevcut ancak BOTAŞ'ın uygulamaları nedeniyle sorunlu durumda olan oyuncuların güçlenerek gaz pazarında bir kendi kendini düzeltme etkisi yaratılması (Chicago Okulu),

zamanı gelmiştir.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder